Kırklareli’de eğitim önemli bir yer tutuyor. Zaman zaman incelemelerimde Merton’un eğitim görüşüne uygun adımlar atıldığını görüyorum. Parsons ve işlevselci bakış, aşırı iyimser olduğu için ve eğitimin işlevinin sadece olumlu boyutunu vurguladığı için eleştirilmiştir. Diğer bir işlevselci isim olarak Robert K. Merton kurama farklı boyutlar katarak bu eleştirilerin bir kısmını geçersiz kılmaya çalıştı. Bu doğrultuda Merton açık işlevlerle örtük işlevler arasında ayrım yapmıştır. Açık işlevler, belirli bir toplumsal etkinlik biçimine katılanlar tarafından bilinen işlevlerdir. Örtük işlevler ise bu etkinliğin katılımcılarının farkında olmadıkları, öncesinden bilmedikleri sonuçlarıdır. Çoğu zaman katılımcıların istediği açık işlevler etkinliğin istenmedik sonucu olarak ortaya çıkan örtük işlevlerden daha az önemli olmuştur. Örtük işlevin sonucu olumlu ya da olumsuz olabilir.
Merton ayrıca işlevler ve bozuk işlevler arasında da ayrım yapmıştır. Toplumsal etkinliklerin bazı yanları toplumsal yaşamda bozuk işleve sahiptir. Örneğin din, işlevselcilere göre, her zaman toplumu bütünleştiren, uzlaşı oluşturan bir işleve sahiptir. Halbuki, Merton’a göre, bir toplumda farklı dini yönelimler varsa din çatışma sebebi de olabilir. Tarihte Katolikler ve Protestanlar arasında ortaya çıkan mücadele buna örnek gösterilebilir. Bu durum dinin işlevlerinin bozuk işlev boyutuna örnektir. Merton ayrıca işlevsizlik ayrımını da yapar. Bu, toplumsal sistemin önemli olmayan yanını ifade eder. Eskiden olumlu ya da olumsuz sonuçları olsa da tarihte kalmış ve işlevini kaybetmiş biçimler buna örnektir. “Başlık parası” uygulamasında olduğu gibi. Geçmişte ekonomik ve toplumsal işlevler yerine getirse de bugün işlevsiz hale gelmiştir.
İşlevselci yaklaşımın eğitime uygulanmasıyla eğitimin yetenekli kişileri seçtiği ve bunları eğiterek endüstrinin ihtiyaç duyduğu bilgi ve becerilerle donanmış bireyler yaptığı kabul edilmiş olur. Bu kabuller, çağdaş topluma atfedilen üç özelliğe dayanır. Birincisi, modern toplumun yetenek ve kişisel çabaya atfedilen özelliklerden daha fazla değer verdiğidir. Bu meritokrasiyi, yani liyakate göre oluşan toplumsal düzeni işaret eder. İkincisi, modern ekonomilerde endüstri gelişmiştir ve yüksek uzmanlık bilgisine sahip insan kaynağına ihtiyaç vardır. Üçüncüsü ise modern toplumların demokratik toplumlar olduklarıdır. O halde toplumsal adalete ve refahın bireylere ulaştığı bir toplumsal hayat vardır. Bunun önkoşulu olarak bireyler toplumsal ve ekonomik düzeyleri eğitimle iyileştirirler.
Bowles ve Gintis, eğitim sistemi ile kapitalist ekonomi arasında birebir örtüşme olduğunu savunurlar. Dolayısıyla kapitalist ekonominin ürettiği bütün eşitsizliklerin eğitim sisteminde de izdüşümü oluşur. Öğrenciler emek gücü oluşturmaları için toplumsal sınıflarına, cinsiyetlerine, etnik kökenlerine ve hatta IQ ölçümü gibi uygulamalarla genetik özelliklerine göre ayrıma tabi tutulurlar. Liderlik gibi seçkin konumlara yönelecek öğrenciler, işçi sınıfı ve orta sınıf mesleklerini edinecek olanlardan farklı teknik ve bilişsel becerilerle eğitilirler.
Bu sosyo-ekonomik ayrımlar üzerinden öğrenciler gelecekteki işlerine uygun becerileri ve davranışları kazanmaları için eğitilirler. Aynı zamanda okullar toplumsal hayatın parçası olan kurumlar olarak bu eşitsizlikleri düzeltmek yerine yeni nesilleri bu eşitsiz toplumsal düzene uyumlu hale getirmek yoluyla eşitsizlikleri yeniden üretmiş olurlar. Çocuklar okullarda gizli müfredatlar sayesinde düzenli, dakik, sessiz, saygılı, özenli ve çalışkan olmayı öğrenirler.
Ancak okullar bunları çocuklara kendi refahları için değil, daha ziyade dakik olmanın ve amirlere saygı göstermenin önemli olduğu işgücündeki rolleri için öğretir. Ayrıca eğitim sistemi ekonomik başarının teknik ve bilişsel becerilerle tarafız ve fırsat eşitliğine uygun olarak elde edildiği inancını yerleştirerek ekonomik eşitsizlikleri meşrulaştırmaktadır. Dolayısıyla eğitimde fırsat eşitliğine dayalı bir sistemin tesis edilmesi için öncelikle bu sistemin yansıması olduğu kapitalist ekonominin tümüyle dönüştürülmesi gerekmektedir.
Althusser ise eğitimi kapitalist düzenin üretim ilişkilerinin devam ettirilmesini sağlayan ideolojik bir aygıt olarak görür. Egemen sınıfın (burjuvazi) çıkarlarını koruyan bu ilişkileri baskı yoluyla ve bu düzenin devamlılığını sağlayan ideoloji üretip yeni nesillere aktarmak yoluyla yürüten devlettir. Devlet aygıtı -geleneksel Marksist kuramın savlarının aksine- herhangi bir üstyapı unsuru değil tek başına organik bütünlüğü olan bir baskı aygıtıdır.
Devlet idare, ordu, polis, yargıçlar, mahkemeler, hapishaneler vb. uzuvların üstlendiği işbölümüyle baskıyı sağlar. Devlet egemen sınıfın, yani burjuvazinin adına iş gören siyasal temsilcilerin altında örgütlenmiştir. Baskı uzuvları bu temsilcilerin altında örgütlenen organik bir bütünlük arz eder. Devletin ideolojik aygıtları (DİA) ise çeşitlidir. Bunlar görece birbirinde özerktirler ve baskı aygıtıyla karşılaştırıldığında devlet tarafından kontrolleri ve biçimlendirilmeleri daha zordur. Din, aile, hukuk, siyaset vb. toplumsal kurumlar kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamak için ideolojik aygıtlar haline gelirler; ancak eğitim temel bir ideolojik aygıttır ve toplumun egemen ideolojiye tabi olmasında ve ideolojinin “pratiğini” egemen kılmada özel bir yeri vardır