Kırklareli’de sosyal yaşantıda meydana gelen her olay, insanlar arasında bir sohbetin konusu oluyor. Bunu genelde sosyolojik gündem diye adlandırıyoruz. İnsanlar neden ve neye göre birlikte yaşar? Modern zamanlara kadar insanoğlu böyle bir sorunun hiç muhatabı olmamıştı. Hatta böyle bir sorunun varlığı dahi akıllarının ucundan geçmemişti. Eskiler için insanların diğerleri ile birlikte var olup olmayacağı sorusunu cevaplamak, muhtemelen, bir çocuğun anne ve babasız dünyaya gelip gelemeyeceğini tartışmak gibi beyhudeydi. Toplumsal, önce arada kan bağının bulunduğu akrabalıklarla başlayan ve aynı zaman ve mekanı paylaşmaktan doğan ortak tecrübelerle manevi (kültürel) bir ortaklıktı. Doğa gibi bahşedilmiş bir şey olduğundan toplumsalın tözüne kafa yormak gerekmiyordu. Suyun doğasında nasıl akmak, ateşin doğasında yakmak varsa insanın doğasında da türdeşleri arasında yaşamak vardı. Bu paralelde doğa kavramındaki değişimler de insan topluluklarına dair eski doğal bakışın değişmesine sebebiyet verecekti.
Doğayı rasyonel bir mekanizmanın çıktısı olarak kabul eden Descartes-Newton atomculuğu sosyal dünyada da benzer bir atomizasyon sürecini dolaylı olarak başlatmıştı. İnsanları bir araya getiren güç neydi? İnsan neden doğadaki yalnızlığından vaz geçip türdeşleri ile bir birliktelik meydana getirmişti? Toplumsalı rasyonel doğanın sınırları içine çekmek eski dokunulmaz kendiliğindenliğinin belirli bir amaç ya da işleve dönüşmesine neden olacaktı. Toplumsalı topluma dönüştürme yolundaki ilk açıklama önceki bölümlerde ele aldığımız toplumsal sözleşmecilerden gelecekti. Doğanın çetin koşullarıyla onto-genetik kusurları nedeniyle baş edemeyen insan memelisi türdeşleri ile kurduğu ilişki ve işbirliği sayesinde hayatta kalmayı başarmıştı.
Sözleşme geleneğinin ekonomik bireyciliği toplumsal ilişkileri kişisel çıkarların korunması ve arttırılması amacına bağlı bir sonuç durumu olarak ele alacaktı Bildiğiniz gibi amaçlar ortadan kalktığında sonuçlar da tartışmalı hale gelir. Şeylerin akibeti başlangıçtaki niyetten uzaklaştığında müdahale, revizyon hatta yıkım muhtemel çözümler arasında gözükür. Dünyada keşfedilmemiş bir sürü yerin ve üretime kazandırılmamış bakir kaynakların verdiği haz 16. Yüzyılda sözleşmecileri mest etmiş olabilirdi ancak geçen 300 yüzyıl dünyanın o kadar da büyük bir yer olmadığını ve kişisel çıkarların birbiri ile çeliştiğini gösterecekti. 19. Yüzyılda doğan bir disiplin olarak sosyolojinin kucağında bulduğu meselelerden biri “kıtlık ve dayanışma” ikilemiydi.
Ekonomik bireyciliğin yalnızca kişisel faydanın arttırılmasına odaklanan yaklaşımı, tüm iyimserliğine rağmen, Thomas Malthus’u haklı çıkarmıştı. Modern toplumun ilk demografı olan bu eski rahip nüfus artışı ve maddi kaynakların arasında ciddi bir dengesizlik olduğunu ileri sürüyordu. Uygun şartlar altında nüfus geometrik oranda artarken maddi kaynaklar aritmetik oranda arttığında bu fazla nüfusun ölüm, salgın hastalık ve afetlerle sıfırlanmadıkça kişisel çıkarların büyük tehlikenin yani ötekinin tehlikesi altında olduğunu savunacaktı. Malthus, kıtlığı ekonomik refahın olmadığı bir durum olarak varsayarken aslında onun zenginliğin tam ortasında filizlendiğini atlıyordu.
Yokluk herkesi eşitlerken varlık eşitsizlik yaratır. Eşitsizlik altında kimin ne ölçüde pay alacağı, kimin öncelikli kimin dezavantajlı olduğu en azından görünüşte, çıkardan bağımsız bir düzen tarafından karara bağlanabilir. Toplumsal ilişkilerin idamesi bireysel rekabetin yanında dayanışmaya da ihtiyaç duyar. İlk sosyologların temel ilgilerinden biri olan dayanışma ilişkileri, toplumsal alanın ekonomik çıkarın ötesinde sembolik/kültürel bir değeri olduğunu kanıtlıyordu.
Rasyonel bir örgütlenme, uzmanlaşmış iş bölümü, hesaplanmış ve standardize edilmiş üretim ilişkileri ile toplumsal dünyayı bir fabrikaya çeviren kapitalist etiğin emsali görülmemiş bir meta üretimi kadar emsali görülmemiş bir eşitsizliğe imza atını ileri süren Marx, kişisel karara odaklanan ekonomik sözleşme mantığının ancak ve ancak toplumsalın bütünlüğünü göz önünde bulunduran bir sözleşme öncesi durumla geçerli olduğunu belirten Durkheim ya da kapitalist kar güdüsünü kendine özgü tarihsel-kültürel bir bağlamın ürünü olarak yorumlayan Weber’de görülebileceği gibi sosyolojiye modern toplumun bilimi payesini veren şey, etkenlerin başında modern ilişkilerdeki kıtlık-dayanışma başak bir deyişle eşitsizlik ve iş birliği gerilimlerinin türettiği amprik örüntülere odaklanmasıydı.
Sosyolojik gündemin oluşumundaki diğer bir sorunsal “ahlak-anomi” gerilimiydi. Sosyolojinin malzemesi şeylerin anlamını kaybettiği, değerlerin alt üst olduğu, her şeyin her şeye benzediği bir toplumsallıktı. Nietzsche’nin ünlü deyişi ile Tanrı’nın ölümünün doğurduğu boşluk herkesin herkesin kurdu olduğu ekonomik bireycilikle çok daha genişliyordu. Cemaat ilişkileri, bireyler arası eşitsizliği kendi doğal otoritesi içinde hoşnut olmaktan başka bir çıkar yolu olmayan bir tür kader olarak soğurmayı başarmıştı ancak aklın süzgecinden bir işlev olarak geçemeyen her şeyin yok hükmünde olduğu modern kültür için ahlaki otoritenin nasıl yeniden tesis edileceği büyük bir problemdi. Modern koşullardaki birlikteliklerin dayandığı pratik ahlakı formülüze etmek ilk sosyologları oldukça uğraştırmıştı.