Kırklareli’de gazetecilik yapmaya başlamadan önce medyanın sosyal yaşam üzerinde etkisi olduğunu hiç fark etmemiştim. Yaşadığımızı sandığımız dünyanın aslında “yaşatılan” bir dünya olduğunu düşünmek… Ya da en azından böyle olabileceğini düşünmek… bunun da “benim” dediğiniz noktalara sızacak beceriklilikte nakşedilmesi… Gündelik hayatın her alanında bu kuşatmayı yaratan önemli yerlerden biri, üretim, dağıtım ve alma süreçleriyle birlikte bütünsel bir yapıya işaret eden ve anlamları manipüle etme gücüyle bir esaret yaratan medya ve onun uygulamalarıdır.
1980’li yıllarda ortaya çıkan yeni yapılanmanın ve doğurduğu gelişmelerin değişim ivmesini arttırmasıyla birlikte 1990’lıllarda tartışılan konu “tüketim kültürü”dür. Bu dönemin en karakteristik özelliği, gündelik hayatın her alanını kuşatacak şekilde hemen her şeyi tüketime uygun hale getirmeye çalışılmasıdır. Öyle ki mekânlar, bedenler ve kimlikler bu yeni anlayışla bir yandan yeniden biçimlenseler de aslında tüketim çarkının arasında yeniden üretilmek tüketilmektedirler.
Bu yeni dönemin inşasında önemli bir görev üstlenen medya, en güçlü etkiye sahip araçlarla karşımıza çıkmaktadır. Bu durum onun sahip olduğu yönlendirme ve etkileme işlevinden doğmaktadır. Bilinen temel işlevlerinden gittikçe uzaklaşan medya anlayışı, gündelik hayatın dip noktaları olarak ifade edebileceğimiz mahrem alanlar da dâhil olmak üzere geremeyeceği yer bırakmayacak biçimde her sızmaktadır.
Geçmişten günümüze taşıdığı değerlerle birlikte son dönemde gündelik hayatın her alanında yaşanan değişimlerin ışığında geldiği nokta itibariyle bu günkü Türk medya yapısı işlevleri açısından daha çok sorgulanan bir konumda yer almaktadır. Medyanın bu günkü haliyle inşasını kavrayabilmek, bu yapının işleyişinin hangi faktörlere bağlı olduğunun saptanmasına, gündelik hayatı nasıl etkilediğine bağlıdır.
Gündelik hayatın içinde nerdeyse tek amaçmış gibi sunulan tüketme düşüncesi medyanın yarattığı anlamlar dünyası sonucu kendini sürekli üretmekte ve pekiştirmektedir. Bu aynı zamanda yeni toplumsal sınıflar yaratma ve yeni mekanlar oluşturmaya işaret ederken, medyanın kendisi de bundan kendisini kurtaramaz.
Frankfurt Okulu düşünürleri ve buradan beslenen diğer düşünürler, insanları pasifize ederek popüler kültürü yayan araçlar olarak gördükleri kitle iletişim araçlarına yönelik temel eleştirilerini; pratikler ve ideolojinin dil içinde nasıl harekete geçtiğiyle birlikte temelde kültür endüstrisinin bir analizine yöneltmişlerdir. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre; ideoloji, bir siyasi akımın hatta sınıfın sistematik dünya görüşünden çok görünüşle gerçeklik arasındaki uzaklığa işaret etmektedir.
Gramsci’nin düşüncesinde, ideolojik mücadele siteleri olarak belirginleşen bu araçlar, sadece siyasal ve ekonomik kontrolü ifade etmezler. Aynı zamanda kontrolü elinde bulunduran sınıfın kendi görüşünü de “hegemonik” bir ilişki içinde alt sınıftakilere benimsettirebilme kabiliyetine de sahiptirler. Kapitalist toplum yapısının kendini yeniden üretebilmesi çoğunluğun egemen ideolojiye rıza göstermesi ile mümkündür.
Medyanın içinde yer aldığı ideolojik aygıtlar vasıtasıyla egemen düşünce, toplumu kendi çıkarlarına cevap bulamayan düşüncelerle manipüle ederek bir taraftan bazı konuları gündem dışında tutmakta diğer yönüyle de yapay gündemler oluşturarak önceden kabul görmüş fikirlerin alanını genişletme fırsatı bulmaktadır.
İdeolojinin hem üreticisi hem de buna gereksinim duyanı olarak medya, gücü hem meşrulaştıran hem de pekiştiren bir anlayış içinde işlerliğini sürdürmektedir. Tüm bu süreç içinde medya metinlerinin iddia ettiği gerçeklik kavramı da deforme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Medyadan bize sunulan mesajlar yaşadığımız hayatın ve meydana gelen olayın kendisi değildir. Kurmaca bir öyküyle karşı karşıya kalırız. Böylece egemen ideoloji içerisine yerleştirilen kodlar, anlam verdikleri her olayı inşa ederek, egemen ideolojinin uygun gördüğü biçimde, sunuş tarzında nesnellik ve yansızlık maskelerini de kuşanarak “şeyleri” kendi istedikleri anlamlara dönüştürür.
Medya vasıtasıyla oluşturulmak istenen yeni kentli kimlik içinde sınıfsal kimliğin ve mekânın tüketimi aracılığıyla da ortaya konulma çabası vardır. İçinde bulunulan sınıfın değil de hep bir üst sınıfın değerleri benimsetilmeye çalışılarak kentli kimliği yaratmak istenmiştir. Gündelik hayatta yaşanan gerçeklik ile kurgulanan gerçeklik arasındaki mesafe bir anlamda bireyin kendi aklını kullanma becerisiyle artar ya da azalır.